Bana Bi’Yer Söyle

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde Bir Gün

İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret etmek için Tarihi Yarımada’dayım. Aslında gerçek İstanbul’dayım demek daha doğru olur burası için.

Fatih ilçemizin sınırlarına giren tüm semtlerimiz gerçek İstanbul’u temsil ediyor çünkü.

Diğer bir deyişle, Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği o yedi tepeli şehirde, 28 Mart 1930 yılına kadar olan adı ile, Konstantiniyye’deyim.

Hazır Yedi Tepe’den söz açılmışken bu yedi tepeleri merak edenler var mı?

1- Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın bulunduğu tepe,
2- Çemberlitaş ve Nur-u Osmaniye Camisi’nin bulunduğu tepe,
3- Beyazıt Camisi, üniversite ve Süleymaniye’nin bulunduğu tepe,
4- Fatih Camisi’nin bulunduğu tepe,
5- Yavuz Sultan Selim Camisi’nin bulunduğu Haliç’e bakan tepe,
6- Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepe,
7- Edirnekapı, Mihrimah Sultan Camisi’nin bulunduğu tepe.

1 numaralı tepede, Gülhane Park’ının hemen arkası Osman Hamdi Bey Yokuşu’nu çıkıyorum. Bu yokuşu çıkarken hemen sol tarafta kalıyor İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin girişi.

Siyah büyük bir demir kapısı var.

Biraz sonra demir kapıdan içeri gireceğim. Ama girmeden hemen önce bu yokuşun ismi neden Osman Hamdi Bey Yokuşu diye geçiyor, bir bakalım isterseniz.

Osman Hamdi Bey’i aslında hepimiz çok iyi biliyoruz.

Ama önce izninizle bir resim paylaşmak istiyorum.

Evet, bu eseri yapan ressam Osman Hamdi Bey.

Çoğumuzun evinin duvarında asılı olmalı.

Biz O’nu daha çok ressamlığı ile tanıyoruz.

Halbuki, müze ve müzecilik denince Osman Hamdi Bey bir ekoldur zengin tarihimizde.

Osman Hamdi Bey’i daha yakından tanıyalım mı?

Özetle, Osman Hamdi Bey olmasaydı ne sergilenecek tarihi eserlerimiz, ne de bir müzemiz olurdu.

Bizi İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne götüren o yokuşun adı, işte bu yüzden Osman Hamdi Bey!

Haydi şimdi müzeye giriş yapalım.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Siyah demir kapısından içeri girince önce güvenlik geçişi var. Daha sonra bilet gişesi. Müze kartımı yanımda getirmediğim için mecburen bilet alıyorum.

Bilet ücreti 25 lira.

Hava oldukça güneşli. Etraf pırıl pırıl parlıyor. Birkaç Avrupalı turist de önümde ilerliyor. Özlemişim şehrimizde Avrupalı turist görmeyi…epeydir yoktular.

Biraz ilerleyince hemen ilk solda Arkeoloji Müzesi binası karşıma çıkıyor. Şimdi bu görkemli yapıya bina diyerek onu basitleştirmek doğru olmaz aslında. Antik bir tapınak gibi duruyor karşımda. Çok heybetli, çok ihtişamlı.

İstanbul Arkeoloji Müzesi binasını kim yapmış? 

Ah tabi ki de Alexandre Vallaury. İstanbul’da ne kadar ihtişamlı yapı varsa hepsi onun elinden çıkma öyle değil mi zaten. Nur içinde yatsın!

Türkiye’nin ilk müze binasi burası. Ve dünyanın sayılı müzelerinden de birisi.

Binanın üzerinde Osmanlıca “Eski Eserler Müzesi” yazıyor. Yazının üzerinde ise bir tuğra var. Sultan II.Abdulhamit’e ait bir tuğra bu. Binayı inşa ettiren padişah olduğu için bu tuğra konmuş olmalı.

Müze 13 Haziran 1891’de açılmış.

1903 yılında sol yanına, 1907 yılında da sağ yanına yeni binalar yapılmış.

Müzenin içinde Sidon Sayda Lübnan Kral Nekropolu kazısından çıkarılan İskender Lahti, Likya Lahti gibi muhteşem eserler ve daha neler neler var.

Kazılardan o kadar çok şey getirilmiş ki buraya, çoğu sığdırılamadığı için yıllardır açık ve kapalı depolarda bekletiliyor. Müze bahçesinde gezerken bile girişi yasak açık hava depolarına atılmış serpiştirilmiş eserleri görebiliyoruz. Hüzünle, acıyla karışık yatıyorlar sanki. Bakarken o eserlere, tarihi eser bolluğumuzdan mıdır bu değersizlik diye düşünmeden edemiyorum.

Medusa başı:

Arkeolojik bahçe içerisinde taşa dönüşmüş Medusa, diğer Tanrılarla birlikte ziyaretçileri karşılıyor.

Ve bir şiirle Medusa’ya merhaba diyelim mi?

Hayat bir cezadır dedi Pegasus,

Hayat bir armağandır dedi şair,

Hayat mücadeledir dedi Medusa,

Hayat sensin, nasıl yaşarsan öyle olur dedi Mevlana!

Çinili Köşk

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin olduğu yere aslında üç köşk yaptırmış. Bir rivayete göre, hükümdarı olduğu üç dünyayı vurgulamakmış amaç! Ne yazık ki günümüze sadece Çinili Köşk ulaşmış.

Çinili Köşk, İran tarzında

İkinci köşk, Türk tarzındaymış.

Üçüncü köşk ise Bizans tarzında inşa edilmiş.

Tarihçe :

Çinili Köşk, İstanbul Arkeoloji Müzesi kompleksi içinde yer alan en eski yapı ünvanlı.

1472’de yapılmış. Ama yapan kim bilinmiyor.

1880’de Çini Müzesi olarak hizmete girmiş. Öncesinde saray olarak kullanılıyormuş.

Binanın dış cephesi gerçekten muhteşem. Turkuaz el işi İran çinileri ile döşeli.

Çinili Köşk’ün içinde neler var:

Osmanlı sultanlarının kullandığı eşyalardan malesef örnekler yok burada.

Onun yerine 11.yy’dan 20.yy’a kadar olan dönemden toplama Türk çini ve seramik eserler mevcut.

Çinili Köşk’ün asıl kendisi bir koleksiyon parçası aslında. Muhteşem bir yapı, bayıldım.

Çinili Köşk’ten hemen sonra yanındaki binaya geçiyorum.

Bu bina da Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk Güzel Sanatlar Akademisi olarak inşa edilmiş. Burayı da yapan Alexandre Vallaury.

Binadan içeri girdiğinizde, lahitler karşılıyor sizi. Hepsi birbirinden gizemli kral mezarları denilen eserlerle dolu dolu. Üzerlerindeki mermer taş işçiliği gerçekten muhteşem.

Üst kata çıkarken merdivenlerin bitiminde Medusa başı madalyonu ile karşılaşacaksınız.

Bir merdiven daha çıkıyoruz. İkinci katta yakın zamanda çıkarılmış tarihi eserler mevcut.

Benim en çok ilgimi çeken Yenikapı, Dragos ve Küçükyalı’dan çıkarılmış parçalar oldu.

Exit mobile version