Bana Bi’Yer Söyle

Hoşçakal İngiltere

 28 Mayıs 2018

Bu gece çok güzel dolunay vardı.

Sessizce önüme dolunay geldi, bir bank bulup oturdum sahilde.

Denizin kıyıya vuran dalga sesi de geçti yanıma oturdu.

Dolunaya baktım…

Baktıkça doldum…

Bugünlerde sığındığım şarkıyı açtım, kulağıma koydum…

Yetmedi! Herkes duysun herkes dolsun istedim;

Instagram hikayemde paylaştım.

***

Kesinlikle veda insanı değilim ben.

Vedalar beni büyük bir sevince götürüyor olsa dahi, yine de üzüyor işte.

İngiltere’deki hayatımın tiktak tiktak sonlarına geldik.

12 yıldan sonra “son sayfa”ya gelmek kendi içimde gerçekleştirdiğim kocaman bir devrim aslında.

Bu son günlerimde her gün farklı bir şeye veda eder haldeyim.

Her Perşembe gönüllü çalıştığım işyerine gider(d)im. Geçen Perşembe son günümdü. Çalışma arkadaşlarıma söylemiştim önceden, “sakın vedalaşmayalım, sanki haftaya gelecekmiş gibi ayrılalım.”

Öyle de yaptık. “Haftaya Perşembe görüşürüz” dedik kucaklaştık.

Aynısını yine Gym’de uyguladım. Stüdyo derslerine girdiğim hocalar ve arkadaşlarla “Hadi yaz sonu görüşmek üzere” dedik, kucaklaştık.

Bugün bir yemek daveti vardı. Yedik içtik “Haftaya görüşürüz” dedik ayrıldık.

Hiçbir cümlenin sonuna bitiş sözcükleri eklemeyelim…

Sevmiyorum End’leri, finalleri, The End’leri

***

Arada sırada canım sıkılınca Youtube’dan Tedx konuşmaları dinliyorum.

Oldu epey, bir konuşmaya denk geldim.

Gitmek mi Kalmak mı üzerine yapılmış EN etkileyici sunumlardan biriydi bana göre.

Yazımın devamına bu konuşmayı dinlemeden geçmenizi istemem. Dinlemek için buraya tık lütfen

Aslı Şafak‘ın bu müthiş sunumundan sanırım sizde benim kadar etkilendiniz değil mi?

***

29 Mayıs 2018

Dün nefis bir gece geçirdim. Kendi içimde.

İngilizce’de bir sözcük var, anlamı cuk bana oturuyor. Türkçe çevirisini tam bulamıyorum ama… karşılığı yok sanki!

Ama anlatmaya çalışayım dilim döndüğünce şimdi…

Sözcük SOLITUDE

Anlamı ise…

Bir başına olma hali.

Bir başınayken yalnız olmama hali.

Bir başınayken sevdiğin işleri yapma hali.

Başkalarının değil de kendi istediklerini yapma hali.

İşte dün gece pek bir solitude hallerdeydim.

Uyuyamadım; çünkü uyumak istemedim. Pencereyi açtım, kaç kez dolunaya baktım bir bilseniz. Saat saat izledim. Buluttan çıktı, buluta girdi, daha irileşti, daha parladı… bütün gece beni ayakta tuttu.

Sabaha karşı telefonuma bir ileti geldi; “Dolunay Yay burcuna girdi!”

Bende Yay’ım. Peki anlamı ne bunun? Hemen baktım.

Yol demekmiş. Dolunayla gelen yolculuk.

E ne diyelim …

Yolcudur Abbas bağlasan durmaz.

***

30 Mayıs 2018

Dün sabah bu duygularımı @banabiyersoyle IG hesabımda paylaşmıştım. Paylaşımlarıma her zaman çok güzel yorumlar yapan @moi_non_plus_19 adlı hesabın sahibi değerli izleyicim Saffet hanım, SOLITUDE sözcüğünün Fransızca’da da aynı anlama geldiğini söyledi. Bir de çok güzel bir şarkı paylaştı. George Mousaki’den “Ma Solitude” … Şarkıyı dinlemek isterseniz buraya tık lütfen

***

Londra ABS Nakliye firmasının sahibesi Sevilay hanım aradı bugün. Eşyalarımın Türkiye’ye doğru yola çıktığını haber verdi. Geçen hafta gelip almışlardı hatırlarsanız. (O günün yazısı Bkz Bana Bir Masal Anlat Baba İçinde İstanbul Olsun )

 

 

Türkiye’ye sadece kitaplarımı, kıyafetlerimi ve eski fincan/ eski tabak koleksiyonumun bir kısmını göndermek istedim. Bu gönderdiklerim ücretlendirilmek için tartıldığında çok büyük bir tutar çıktı ortaya. Eyvah eyvah 500 kilo eşya kolilemişim meğer. Yarım ton yani!!! Minimilize olma halime bakın hele :))

Bunun 400 kilosu kitap ama… kalan 100 kilo ise, fincan, kıyafet ve ayakkabıdan oluşuyor.

Kilosu 3 Sterlin’den Türkiye’ye gönderim oldu. Aslında 3,5’tu; sıkı bir pazarlıkla 3’e düşürdüm. Ahhh ne pahalı bir taşınma oldu benim için. Ortada koltuk, mobilya vb. gibi büyük eşyalar da yok üstelik.

Eşim fiyatı duyunca benim kadar büyük şok yaşadı. Gönderme taraftarı pek olmadı o yüzden.

Ama napalım kitaplar da benim hazinem. Ben nereye onlar oraya.

***

Ayşe Arman geçenlerde Fatih Portakal’ın eşi ile röportaj yaptı. Bilmeyenler varsa kısa bir hatırlatma yapayım. Fatih Portakal ve eşi Armağan Portakal Seferihisar’da birkaç yıl önce bir çiftlik satın almışlar. Armağan hanım, şehir hayatını ve kurumsal (mühendis) mesleğini terkedip, aldıkları çiftliğe taşınmış. Birkaç yıldır da organik tarım yapıyormuş. Kendi üretimi doğal ürünleri Türkiye’nin her yerine satıyor şimdilerde (Bkz. Torlak Çiftliği)

Bir şehirden bir köy yaşantısına geçmek kolay bir karar olmasa gerek. Röportajda bu kararı ile ilgili sevdiğim bir yorumu oldu Armağan hanım’ın:

“Bırakmazsanız yeni bir şey tutamaz, ilerleyemezsiniz. Her zaman başarılı olacaksınız diye bir şey yok. Tutmak mı bırakmak mı ? Bırakmazsak yeni bir şey tutamayız, ilerleyemeyiz.”

Evet… Armağan hanım’ın bu yorumundan “Bırakmazsak yeni bir şey tutamayız, ilerlemeyiz.” cümlesini tuttum kendime aldım.

İngiltere’den birkaç gün sonra ayrılıyorum. Brighton hayatımı bırakıyorum.

Unutma!

Bırakmazsak yeni bir şey tutamayız aslında!

***

Bir zamanlar en ağır ceza “sürgün’müş.

Şu yıllardır yaşadığım gurbet hali, o da bir sürgün bence.

Hasreti, özlemi, açlığı ne çokkkkkk!!!

İlber Ortaylı‘nın bir söyleşisinde bulunmuştum geçen yaz Erdek Festivali’nde.

Mübadele insanlarını anlatıyordu.

Demişti ki;

Aidiyet, kök salmışlık, kökünde olma hissi nereye gidersen git seninle gelir. Mesela buradan(Erdek) Girit’e giden Rumlar balık yemeğe oturur, “bizim balık daha iyi” der.” Adam Erzurum’dan Bursa’ya gelir, “bizim şeftali daha güzel der.”

Yani nereye gitsen doğduğun büyüdüğün toprağın özlemi bir başka olur. Burnunda tüten havası olur, sonra tatlısı, sonra bir zeytinyağlısı, köftesi, döneri…

Hele ki İstanbul… İstanbul’da yaşamışsanız eğer, dünyanın neresine giderseniz gidin İstanbul kadar güzel bir yer yoktur. Ya da şöyle söyleyeyim. Gittiğiniz ülkede/şehirde her şey vardır, ama bir İstanbul yoktur. O yüzdendir ki, nereye gidersek gidelim, bir yanımız hep eksik bir türlü tam olamaz.

***

Belki de yaşamak eve dönmektir.

Instagram hikayelerimden çoğunuz biliyor, her sabah köpeğim Pudding’le evimin yanındaki parka giderim.

Parkta yanyana iki çam ağacı var. Bu çam ağaçlarının altında oturmak gerçekten çok hoşuma gider.

Her oturduğumda bir yandan da doğayı incelerim…

Yerde bir sürü kahverengine çalmış çam iğneleri, ağaçlarda polenler, bazılarında çiçekler…

Sabahları genelde iki görevli oluyor parkta. Biri bahçıvan diğeri ise mıntıka temizliği yapıyor.  Bahçıvan olan görevli Pudding’e bayılıyor. Onu severken sohbet de ediyoruz bazen. Geçen gün beni çam ağacının altında görünce yanıma geldi;  “Neden seni bu ağacın altında görüyorum, bu ağaçla bir bağın mı var?” dedi gülerek.

“Bu çam ağacı sanırım bana ülkemi hatırlatıyor” dedim, bende gülerek. “Aaa nasıl?” dedi.

“Parkta her şey İngiliz, tek bu ağaç Türk gözüküyor” dedim gülerek. “Hem burada bir çınar olsaydı, bak onun altında da oturmak çok hoşuma giderdi” dedim.

Sonra bu bahçıvan hiç bilmediğim bir şey anlattı bana;

Çamlar kök sistemleri ile birbirine bağlıymış!!!

Bir çam ağacının kökü bir başka tür ağacın köküyle karşılaştığında onunla bağlantı kurmazmış. Kendi cinsinden olan ağacı köklerinden tanır ve onunla iletişim kurarmış. Yerin altında kökleri vasıtasıyla birbirleriyle temas eder ve gıda alışverişi yaparlarmış.

Bahçıvan bunları söyledikten sonra işine döndü. Bense ondan öğrendiğim bu bilgiyi düşündüm. Ertesi sabah parkta çam ağacının altında daha farklıydım artık. Toğrağın yüzeyine çıkmış köklerini izledim önce.., sonra yerin altında görmediğim kısımlarını düşledim. Yanındaki diğer çama baktım. Bahçıvan’ın söyledikleri geldi aklıma…

“Birbirleriyle temas halindeler, gıda alışverişi yapıyorlar…”

***

31 Mayıs 2018

Sabah pencereye vuran yağmur sesine uyandım. Ben hazırlanıp dışarı çıkana kadar da sağanak yağan yağmur durdu.

Cep telefonumdan havaya baktım hemen; parçalı bulutlu 17c’yi gösteriyordu. Kırmızı montumu ve su almayan botlarımı geçirdim üstüme.

Pudding’le önce parka gittik. Sonra sahilde yürüdük.

Dingin deniz, yağmurdan sersemleşmiş martılar, sağlıklı bünye için yürüyüşe/koşuya çıkmış insanlar… hepsi ile selamlaşıp eve döndük. Baktım kızımda hazır, “hadi dedim sarmaşıklı cafeye kahvaltıya gidelim.”

Kahvaltımızı yaparken bir yandan da sohbete daldık.

Kızım bir soru sordu.

“Anne Türkiye’ye taşınınca bu hayatından en çok neleri özleyeceksin?”

Özleyeceklerimi tam söyleyecekken, kızım birden bire cevapları da vermeye başladı.

-Sarmaşıklı bu cafeyi

-Etrafın yeşilliğini, sakinliğini,

-Sürekli indirime giren mağazalarını

-Deniz kenarında yaşamı

-Sakin ve gülümseyen insanlarını

***

Hepsini söyledi valla. Bana bir şey bırakmadı :)))

“Tamam” dedim. “Bu dediklerin doğru, özleyeceğim şeyler bunlar.”

“Ama sana bir şey anlatayım bak beni iyi dinle” dedim.

“Biliyor musun çam ağaçları başka hiçbir tür ağaçtan beslenemezmiş. Sadece kendi cinsinden olan ağacın köklerinden gıdasını alabilirmiş. Düşünsene Türkiye’deki çam ormanlarımızı” dedim. “Ne büyük ne yeşil ne muhteşem hepsi birarada… Birbirlerinin köklerinden gıda alışverişi yaparak yeşilin en güzel tonunda ormana dönüşüyor hepsi. İşte kızım bende böyle hissediyorum kendimi. İngiltere’deki yaşamımda *sen/ ben birer çam ağacıyız aslında. Köklerimize ulaşamadığımız için gıdamız eksik burada. Köklerimiz Türkiye’de. Şimdi ben ormanıma gidiyorum.” dedim.

Kızım kocaman gülümsedi. Baktım gözleri de hafif sulu.

***

Yarın 1 Haziran. Her ne kadar vedaları sevmesem de bir veda yemeği konseptinde bir buluşmam var buradaki çevremle. Sıcak samimi bir ortam olması için küçük bir İspanyol Tapas lokantası seçtim. Canlı müzik ve Flemenko sahnesi olacak.

Tapaslarımız masaya dizi dizi servis edilirken, sıcacık Latin esintilerle, Flemenko dansçılarının ayaklarından havaya karışan tak tak sesleri ile Brighton çevremle son bir organizasyonda buluşmuş olacağım böylelikle.

Londra’dan iki arkadaşım da geliyor. Onları da uzun zamandır görmemiştim. İyi bir bahane oldu bak şimdi bu veda yemeği :))

***

1 H A Z İ R A N 

Beklenen güne geldik. Akşama veda yemeğim var. Dün gece heyecandan uyuyamadım bu yüzden.

Uykusuzluğun bende güzel bir yan etkisi oluyor ama; Verimlilik gibi.

Uyuyamadığım saatlerde ya kitap okuyorum, ya müzik dinliyorum, ya yazı yazıyorum, ya da listemdeki dizilerden birini seçip bir iki bölüm seyrediyorum.

Ama dün gece bunlardan hiçbirini yapmadım. Peki n’aptım derseniz hemen söyleyeyim.

Fincan biriktirme gibi bir huyum var benim. Kahve fincanı.

Veda yemeğime gelecek arkadaşlarıma benden bir hatıra bırakmak için biriktirdiğim kahve fincanlarından ayırdıklarımı tek tek paketledim, sonra fiyonkladım. Hepsini çantaya koydum, akşam dağıtıma hazır :))

***

Sabah sisli havaya uyandığımda takip ettiğim çoğu kişi “Hoş geldin Yaz” paylaşımları yapıyordu Türkiye’de. Resmen yaz başlamıştı ülkemde. Peki ya burda !!!

Pudding’i hazırladıktan sonra parka doğru yürümeye koyulduk beraber. Sis hala devam ediyordu. Bir sis fotosu çekip, altına “1 Haziran İngiltere, Aaa resmen Yaz” yazıp Instagram’da paylaştım. Sonra gülümsedim bu garipliğe. İngiltere’de YAZ mevsimi yok ki!  3-4 gün yaz oluyor, o da bahar zamanı.

***

Akşama ne giysem konusunu düşündüm yürürken. Planladığım elbiseyi giysem, hava serin, üşüyebilirim olmaz.

E ne giysem ? En iyisi akşama doğru havaya bakıp karar vermek. Malum saat başı hava değişiyor bu ülkede!!!

***

Xocthill (okunuşu Soçil -Meksikalı arkadaşım) aradı; “Akşama arabanı alma, ben seni evden alırım” dedi. Buna çok sevindimmmm … ole ole bolca sangria içebilirim.

***

Akşama doğru sis daha da yoğunlaştı. Uzun kollu bir elbise giydim üşümeyeyim diye. O sırada Gina’dan mesaj geldi. “Beni de alır mısınız birlikte gidelim?” Olur dedim.

Elbisemi giydim. Makyajımı yaptım. Xocthill aradı, “hadi inin!”

Fincanları taşıdığım çantayı da kapıp indim aşağıya. Sonra Gina’yı almaya gittik. Ve sahilden yoğun sis eşliğinde Ole Ole Tapas Lokantası’na geldik.

***

Lokantanın sahibi kapıda karşıladı bizi. Yer ayırtmak ve tapasları seçmek için daha önceden iki kere gitmiştim. Çok sıcak kanlı, güler yüzlü, tam bir İspanyol; aynı zamanda bir perküsyoncu.

Ben paketlediğim fincanları masalara koyarken arkadaşlarım da tek tek gelmeye başladı. Hepsiyle kucaklaşırken leziz tapaslarda masada yerini almaya başlamıştı.

Tam ana yemek Paella geldiğinde hepimiz çatalımızı bıçağımızı bırakıp sahnedeki tutku dolu flemenkoya daldık.

Lokantanın sahibi, karısıyla sahnedeydi. O perküsyonda, karısı ise solistti. Ve flemenko dansçısı Madrid’li kırmızı elbiseli kız m-ü-t-h-i-ş-t-i.

Dansıyla büyüledi bizi.

Topuklu ayakkabısını sahnenin tahta zeminine her vuruşunda yüzünde yaşadığı tarifsiz tutkuyu hepimiz hissettik.

Hem Madrid’de hem Cordoba’da Flemenko lokantalarına gitmiştim. O şehirlerde beni büyüleyen kadın dansçılardan daha çok, erkek flemenkocular olmuştu. İlk defa bir kadın flemenkocunun performansından etkilenmiş oldum.

Masada herkesin düşüncesi de benimle aynıydı; “Madrid’de bile böylesine tutkulusunu izlememiştik” diyen çok oldu.

Dün geceden birkaç fotoğraf…

Nefis bir gece geçirdim.

Katılan herkese teşekkür ederim.

 

2 HAZİRAN

Londra’dan gelen arkadaşlarım bende kalmıştı. Sabah onları sarmaşıklı cafe’ye kahvaltıya götürdüm. Derken Londra’dan Filipinli arkadaşım aradı. 6 haftalık bebeği ile dün geceki yemeğe katılamamıştı. “Müsaitsen yola çıkıyorum sana geliyorum” dedi. Kahvaltımız biter bitmez eve döndük. Cherry ve bebeğini de görmüş oldum böylelikle. Bir daha kim bilir ne zaman.

Öğleden sonra nefis bir güneş oldu. Brighton’ın en büyük, en güzel parkına yemeğe gittik hep birlikte. Diğer arkadaşlarımda geldi.

Stanmer Park. Uçsuz bucaksız yeşili ve dostları ile kalbimde ve Instagram hikayelerimde yerini aldı.

Akşam ‘Canım Sema ve eşi Ercüment’i Londra’ya uğurladım. Brighton Tren İstasyonu’nda kucaklaştık. Gözlerim yine dolu dolu, neden bu uğurlamalar hep sulu!

3 HAZİRAN

Bugün son günüm.

Her yeşil yere gitmek istedim. Öyle de yaptık.

Güneşi bulutu bol, mavisi yeşili çok ne varsa gözlerime hapsettim. “İşte İngiltere” dedim.

Betonu yok! Ufuk noktasına kadar uzanan yemyeşil düzlükleri, tepeleri var.

Öten bülbüller, inekler var. Çeşit çeşit ağaçlar var. Ağaçların yapraklarından gelen güzel hışırtılar var.

Korna sesi yok. Onun yerine kuş sesleri var. Güneşin ve yağmurun doyurduğu yemyeşil bir hayat var.

***

Akşam Evrim ve Gökçe aradı. Gökçe acayip güzel tostlar yapar. Bayılırım o tostların lezzetine. Tostları makinaya atmış,  “hadi gelin” dedi. Uça koşa gittik. Club tost ekmeğine yapılmış iki tostu iştahla mideme indirdim. Ruhuma bıraktığı o nefis tadı hiç unutmayacağım.

Canım Evrim ve onun biricik eşi Gökçe…

Çok teşekkür ederim.

***

Siz bu satırları okurken ben çoktan İstanbul uçağında olacağım…

Ardımda İngiltere ve önümde canım vatanım Türkiye :)))

Hoşçakal yeşil ve ıslak ülke!

 

Zu x

instagram @banabiyersoyle

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Exit mobile version