Bana Bi’Yer Söyle

Küçük Keyifler

Küçük Keyifler

“Bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. İşte, varılması gereken yerde o noktadır.”

Evet, Kafka‘nın dediği yerdeyim; Türkiye’de ülkemde varılması gereken o noktada, İstanbul’da.

Henüz bir ay bile olmadı taşınalı, o ıssız gurbeti bitireli.

12 yıldan sonra ilk defa yaz tatilimde biten günleri saymıyorum, dönüşe şu kadar gün kaldı demiyorum.
Tadına vardığım yeni bir mutluluk hali bu. Ne çok farklı mutluluklar varmış meğer… Anca yaşayınca farkına varıyor insan.

Nikos Kazancakis’de Zorba kitabında sanki bunu belirtmişti :

“Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.”

***

Geldiğimden beri hiç oturmadım desem yeridir.

Hasret ve özlem nasıl giderilir?

Hasret ve özlem çekilenlerle buluşunca.

Bende özlediğim ne varsa buluşturuyorum kendimle. Kadıköy zaten yerim yurdum. Orayı geçiyorum.

Ama Beşiktaş!

Deli gibi özlediğim ikinci yer. Bazen Kadıköy‘den bile baskın.

Gelir gelmez Latife Türk Kahvesi Beşiktaş’a attım kendimi. Bir Türk kahvesi söyledim kendime. Sevdiklerimle orada buluştum.
Latife’nin sahibi bana yeni tasarladıkları Türk kahvesi fincanlarından hediye etmişti şubat gelişimde.
Sarı ve açık fıstık yeşili. Tabağın kenarında Latife yazıyor. İngiltere’deki evime götürmüştüm.
Kahvelerimi Latife fincanlarımdan içerken Beşiktaş’ı yudumluyordum adım adım. Taşınırken Latife fincanlarımı da yanımda getirdim.

Latife Galata’ya da açmış bir şube. Henüz oraya gitmedim. @banabiyersoyle IG sayfamdan tanıdığım Sevgili Alp bey gitmiş geçenlerde. Sarmaşık tutkumu bildiği için, “Sarmaşıklar da sarkıyordu, Galata’nın külahı da gözüküyordu” dedi.

Sarmaşıklı, Galatalı bir Latife. Benim için üçü bir arada koca MUTLULUK.

İlk fırsatta GİTMELİYİM.

Latife Türk Kahvesi Beşiktaş‘ın bir sokak köpeği de var. Adı var mı bilmiyorum ama ben LOKUM diyorum.
Kışın git ısınmak için orada, yazın git serinlemek için. Latife’ye girer girmez geldi yanıma.
Kokumdan hatırladı beni eminim. Oturduğum masada ayağımın dibine uzandı şöyle. Okşadım sevdim. Avucuma su döküp içirdim.
Tam da dört bacağı ve kuyruğu kesilen o minik köpeğin haberleri ile inlerken ortalık, düşündüm:

Batı’da, hayvanlara, dağlara, denizlere, vadilere, ormanlara, nehirlere bile bir insanın sahip olduğu haklar verilir.
Zarar vermek veya kötü amaçlarla kullanmak, ‘bir insana zarar vermek’ statüsünde değerlendirilir ve cezası kesilir.

Bir orman mesela, yasal olarak ‘insan statüsü’ndedir. Bir hayvan öyle, bir deniz, bir vadi öyle.
Kim zarar vermişse bir insana zarar vermiş gibi ağır cezalarla yargılanır.

Yavru köpeğe bu canavarlığı yapan mahluk, nasıl bir yerde filizlenip yetişti. Yüreğine konmuş bir mikrogram sevgi kırıntısı olsa bunu yapabilir miydi acaba?

Sevgisizlik zalimliği tetikliyor. Sevgi ile insana dönüşmesi gereken bir can, sevgi alamayınca en tehlikeli canavara dönüşüyor. Umarım bu canavara hukuk sistemi cezasını verir.
Vermez ise, bizlerden bir, onlardan çok olacak ne yazık ki!

Bayram…

Bayram için Erdek’teki yazlığımıza gittim. İki arkadaşım da geldi. Bu yaz deniz sezonunu Antalya’da açmıştım.
Mavi bayraklı Akdeniz’de. (Bkz banabiyersoyle.com/Antalya’da Gezilecek Yerler yazım) Erdek’te ikinci kere denize girdim. Denizanaları ile birlikte yüzdüm. Küçüklüğümde Marmara denizi bizim Akdeniz’imizdi.

Marmara’yı elbirliği ile öldürdükten sonra, yeni istila alanları gözde oldu; Bodrum, Çeşme gibi.
Ege kıyılarında her yere sahil siteleri kondu. Erdek devri kapandı, Bodrum başladı.
Ama ben Erdek’e göbekten bağlıyım. Dedemin ninemin zeytin bahçeleri benim gönül bahçem burada.

İstanbul’dan dört arkadaş daha gelince bayramın birinci günü oldukça kalabalık geçti.
Erdek’te genelde kimselerin bilmediği, ismi Saklıbahçe olan sayfiye barımıza gittik.

İstanbul’dan bir arkadaşımız işletiyor artık Saklıbahçe’yi. Eskiden tabelası bile yoktu. Kimse ama kimseler bilmezdi.
Sahilde bir otelin bilinmeyen arka bahçesinde, kuytu bir mekan. Arkadaşımız burayı alana kadar, içeri girmek bile sorundu.

Plaj kıyafetleri ile giremezdin mesela. Üstün başın gece iyi bir yerde yemeğe gider gibi özenli olmalıydı.
Rezervasyonsuz hele, asla giremezdin. Ama baktım bu yıl yeni sahibi olan arkadaşımız kuralları gevşetmiş.
Rezervasyonsuz da alıyor. Kapıda kıyafetlere bakanda yok.

Erik, kayısı, vişne, çınar ve kiraz ağaçlarından sarkan fenerlerle bunca yıl Saklıbahçe’de keyifli vakit geçirdik.
Bu yıl ağaçlardan sarkan renkli fenerler gitmiş, ama tadı hala çok güzel mekanın.
En güzeli de sahilden geçen yüzlerce insanın içinde Saklıbahçe’den haberi olmayan kalabalığın varlığını bilmek. Keşfedilsin istemiyoruz. Gizli saklı kalalım.

Bursa ve İstanbul’dan oluşan kuulll Saklıbahçe Cumhuriyeti olarak kalalım hep :)))

İyi Bayramlar!

***

Bayram bitti.

Arkadaşlarım da gitti. Ben biraz daha kalmak istedim Erdek’te. Hadi dedim ada vapurlarından birine atlayıp Avşa’ya geçeyim.

Biletimi aldım. Vapurun güvertesine oturdum.

Baktım gökyüzü patlayacak gibi; insem mi inmesem mi kararsız kaldım.

Sonra Ülkü Tamer’in bir anısı geldi aklıma, bende indim vapurdan!

Vapur iskeleden ayrıldı. Hava da patlamadı. Güneş açtı, bulut geldi, bulut gitti. Tekrar güneş tekrar bulut derken akşam oldu.

Ülkü Tamer’in anısını da anlatayım hemen…

Sene 1965’ler … Ülkü Tamer ve Orhan Kemal Avşa’ya kafa dinlemeye gidiyorlar sık sık.

Orhan Kemal “hadi haftaya Muzaffer Buyrukçu’yu çağıralım” diyor.
Ülkü Tamer İstanbul’a döner dönmez Muzaffer Buyrukçu’ya söylüyor; “Hadi Avşa’ya gidelim!”

“Ne işim var benim Avşa’da?”

“Orhan Abi çağırıyor. Gelmezsen karışmam,”

“Pırıl pırıl bir hava. Akşam oldu mu, deniz kenarına bir masa atıyorsun. Güneş karşında denize gömülürken rakını içiyorsun.”

“E peki,” der Buyrukçu.

Ertesi sabah Sirkeci’de buluşurlar. Ülkü Tamer’in üstünde kısa kollu bir gömlekle kot pantolon. Buyrukçu ise sanki tatile değil, düğüne gidiyor! Lacivertlerini çekmiş. Beyaz kolalı gömlek. İpek kravat!

“Bu ne hal?” der Ülkü Tamer.

“Yahu, yabancı yere gidiyoruz ayıp olur.” der Muzaffer Buyrukçu. Neyse yola koyulurlar. Yarı yolda, Marmara’nın ortasında hava ansızın değişir. Gök simsiyah olur. Bir yağmur başlar. Dalgalar gemiyi beşik gibi sallar. Buyrukçu’nun beti benzi atar.

Avşa’da rıhtım da yok o zamanlar. Gemi açığa demirler, yolcular motorlarla karaya çıkarılır. Binbir güçlükle kapağı bir motora atarlar. Ama motor, dalgalardan, kıyıya yanaşamaz bir türlü!

Kaptan, “Kıyıya yaklaşınca denize atlayıp karaya öyle çıkacaksınız,” der. Onlar da atarlar kendilerini denize. Bundan sonrasını Ülkü Tamer’in ağzından yazayım.

“Buyrukçu, laciler içinde, yüzüyor! Yağmurda evi zor bulduk. “Ulan, ne uğursuz herifsin!” dedi Orhan Abi. “Gelir gelmez mis gibi havayı perişan ettin.” Buyrukçu ters ters baktı bana: “Güneş denize gömülürken rakı içiyormuşsunuz!” “Yarına düzelir,” dedi Orhan Abi.

Ne düzelmesi! Bir hafta evden çıkamadık.”


***

HİÇ!

Türkiye’ye geldiğimden beri hiç yalnız kalmamıştım. Büyük bir kalabalığın içindeydim. Ailem, dostlarım, sevdiğim mevsim, sevdiğim yemekler, özlediğim coğrafya hepsi önümde…

Ama diğer yandan yalnızlığımı da ihmal etmişim. Bugün onu doyasıya kucaklamış oldum. Dışarıdaki seslere kulağımı kapadım içimdeki sesle başbaşa harika bir gün geçirdim.

Akşam üstü yüzmeye gittim. Paletlerimi taktım, bir kulaç iki kulaç derken iyice açılmışım. Dönerken bir arkadaşı gördüm. Yazdan yaza gördüğüm bir sima. Kıyıya çıktık beraber. Kurulanırken uzun bir sohbet başladı. Türkiye’ye dönmeyi yanlış bir iş yapmışım gibi düşünen gruptan bu arkadaş da. Sohbet keyif vermedi o yüzden. Sıkıcı insanların vaktimi savurmasına fırsat vermeyi sevmiyorum artık. İyi akşamlar deyip ayrıldım. Eve geldim. Bir patates kızartması yaptım. Başka bir tavaya domates rendeledim, sarımsak ekledim bol zeytinyağı ile sos pişirdim üstüne döktüm. Yanına bir güzel salata ile öyle tatlı yedim ki. Sonra bir telefon geldi. “Hadi yemeğe gelsene” diye. Ben gelmeyeyim zaten tokum dedim. Telefonu kapattım, “hiç” moduma geri döndüm.

Hiç nedir diye sorarlar bazen. Seni seviyorum demeden onu anlatabilmektir bence!

***

Yaz!

Deniz olmazsa yaz da olmuyor. Meteorololi fırtına ve dolu alarmı verdi. Hava gri ve yağışlı, alışık olduğumuz Türkiye yaz iklimi değil bu.
Şaşkınım! İngiltere’de yaşadığım hava gibi sağı solu belli değil! Bir yaz günü koca koca dolular yağsın İstanbul’da nerde görülmüş!

***

 

Çiytanem…

Üç arkadaş toplandık konuşa gülüşe ada’ya gittik. Burgazada’ya.
Küçüklüğümden beri çok seviyorum Burgaz’ı. En sevdiğim adalarımızdan diyebilirim.
Ada’ya ayak basar basmaz nedenini bulamadığım simgesel bir aidiyet de hissediyorum.
Ruhum demir atmış iskelesine, gitmiyor bir yere!

Bir evim olsun çok istiyorum bu ada’da. Sait Faik’in evine komşu olsam mesela bir gün. Ada’da dolaşan onun o bohem ruhuna sarmaşıklı balkonumdan el sallasam.

Trevanian’dan Katya’nın Yazı’nı okumuş muydunuz? “Çiy damlalarına bakıp, ‘… onlardan uzak kalmaya olanak yok’ diyordu bir yerinde.

Burgazada sanırım benim çiy-tanem!

***

Toparlan!

Dağınıklığı hiç sevmem ama kolay dağıtıp toplayabilen bir insanım. Nereye gitsem ortalığı mutlaka dağıtırım. Sonra “bu ne dağınıklık” deyip güzelce tertiplerim.

Dağıtıp toplayan biriyim kısaca.

Geçen gün baktım kızım da benim gibi.

Ev pırıl pırıl, Nazo ablamız gelmiş evi tertemiz silmiş süpürmüş. Kızım da İngiltere’den henüz gelmiş. İki dakika da tüm eşyalarını eve saçtı.
Banyoda boş olan çamaşır makinesinin üstü bile dolmuş. Evde dersin on kişi yaşıyor. Bir kahkaha patlattım.
Kızım da şaşırdı “neden gülüyorsun anne” dedi.

“Şimdi kendimi çok daha iyi hissediyorum” dedim!

 

 

Zuhal Floria x

Bana Instagram sayfamdan da ulaşabilirsiniz @banabiyersoyle

Exit mobile version